27 Temmuz 2025

DÜZENSİZ RUTİN

Bir rutin oluşturmak için bir düzene geçmek lazım. Son iki yıldır, uzaktan ev yaptır, evi taşı, emeklilik sürecine gir, o arada hayat kendi akışına seni uydursun derken, bir düzen kurulamadı henüz ama yolun sonunda bir ışık var. 

Düzeni olmayanın rutini olmuyor. Misal, ben sabahları yazmayı seviyorum ama sabahları köyde bir yığın iş oluyor. Bozulmayan tek rutinimiz 6'da uyanmak. en geç 6.30. Emeklilikte biraz daha geç kalkarız diyorduk ki, gene olmadı. Çocukluğumdan beri uyku ile pek aram yoktur. Sevmem sabahları saatlerce uyanamayan insanı da, gün bitti gibi gelir. Gezerken de faydasını çok gördük aslında, ne kadar erken o kadar iyi. 

Ne diyordum; rutin. Evet bir rutin oluşturduk; mesela bahçeyi akşamları suluyoruz. Üstelik iki haftadır komşumuzun yardımı ile otomatik sulama için çabalıyoruz, yoksa 3 bölümden oluşan bir dönüm bahçeyi sulamak 3-3,5 saatimizi alıyor. Neyse ki köy yerinde imece usulü bir şeyleri kotarmak halen mümkün. 

Ben bu yazıyı yazarken, orman işçileri de sabahın ilk ışıkları ile kesim işlerine başladı, sesler ilk gün içimi kıydı. Üzüldüm ve canım yandı. Sonra başka bir pencereden bakmayı denedim hayata. Orman yenileniyor, hayat yenileniyor dedim. Oysa dün gece gene ve yine orman yangınlarına uyuduk. Biz uyuduk da o ateş düşen evler, ormanlar, köylüler, kentliler... Ah ah! Yaktılar ülkeyi her anlamda. 

Bu sabah robot çalışıyor evde, ormanda kesim ekipleri, bahçede bizim otomatik sulamacı komşu ve koca, bense bunca işin içinde oturdum arka odadaki çalışma masasında yazı yazıyorum. Sinekliğin ardından sincap fotoğrafı çekmeye çabalıyorum. Zeytin ağacındaki sincap ve henüz cinsini öğrenemediğim kuşun oyununu seyrediyorum. Biri tırmanıyor biri uçuyor, biri duruyor seyrediyor, diğeri konup bekliyor. Sonunda sincap bizim bahçeye iniyor. Kertenkele başını çıkarıp yuvasından etrafı gözlüyor.

Ben onu seyre dalmıştım ki, helikopter sesi ile irkildim. Bursa'm canım yeşil Bursa'm... Çocukluğum, ilk gençliğim, ilk aşkım, son aşkım ile anılarım... Yanıyor... 

Bu sabah sakin, kardeşim her yıl olduğu gibi gene bir "ceee eeee" demeye geldi bu sefer hiç duru durağı olmayan bir eklenti var ki ömrü uzatır. O nasıl bir tatlılıktır, o nasıl bir gülüş, yeni bir adım var artık "ati", "aunty" demeye çalıyor ama bir duymak lazım. Ben en çok sonuna doğru incelen e'leri ile "yeee" demesini seviyorum. Bu "evet" demek. Ah bir denk getirip videosunu çekebilsem. Şimdilik babaya yapışık yaşayan bu veledi, ki ben çocukları biraz hırpalayarak sıkıştırarak, ısırarak falan seviyorum, seneye daha fazla görebilmeyi ve kendimce sevebilmeyi diliyorum. 

Pakize işleri bitirmiş olmalı, orman ve otomatik sulamacılar işe devam eeee benim de bir kahve ki soğuk demleme yaptım içme vaktim geldiğine göre, biraz blog yazısı okuyup keyif yapma saatim de gelmiştir. 

İçimde müthiş bir his var, rutin oluşturmak için ışık göründü, son düzlükteyiz. Sonrası... Sonrası biz plan yaparken hayatın da bir planı olduğunu kavramak ve anı yaşamak. Dertlerin az, mutlulukların çok olduğu günlere selam olsun. 



18 Temmuz 2025

Düğün Bahane Kibrya Antik Kenti Şahane

Baba tarafının en küçük erkek kardeşinin biricik kızı evleniyor. Küçük amcam heyecanla davet ediyor, Hollanda'da yaşayacak olan olan yeğen 12 Temmuz'da, Antalya'da dünya evine girecek. Zamanlama Antalya için sıcak ve nemli, bizim için zamansız ve karmaşık.  Taşınma telaşı, kardeşin son dakika Türkiye’ye geliyoruz telefonu, resmi iş ve işlemlerin devam eden süreçleri, Bursa ile bağın tam kopmaması kaynaklı gidiş gelişler, nasıl yaparız nasıl ederiz derken her şeye rağmen tüm planlama yapılıyor. 40 saatlik İzmir Antalya yolculuğu için tercih, Maviş oluyor. Annem ve babamla dört Avrupa turu yapmışız,  Maviş yıllar içinde karavan unvanını alıp, 2 yolculu konforlu karavan halini, "değiş tonton"* komutu ile 4 yolculu mutfaklı buzdolaplı istenirse uzanmalı konforlu yolculuk minibüsüne dönüşebiliyor. Bu yeni düzende ön gösterim gibi bir şey olacak bu yolculuk.  Eve yerleştik ya, bizim pireler rahat durur mu, gezelim de gezelim. Antalya'da yakın yol değil, hazır gidilecek var bir iki nokta atışlı mini gezi  hayali. Ama asıl gezi için kısmet Eylül sonu Ekim başı. 

Cuma günü sabah yola revan oluyoruz,  aklımda iki yer var,  dedim ya fırsat bu fırsat; Buldan ve Kibyra Antik Kenti rotaya eklendi. Vakit biraz bol olsa sıcak falan demeyeceğiz, Düğme Evleri falan da göreceğiz ama ne yazık ki pazar dönmek zorundayız.  Bizim ailenin en küçüğü Honk Kong'tan gelecek.  Dilinde "grama didi abi"* türküsü ile 2 haftalığına eve neşe katacak. 

Büyük hala önemli bir operasyon geçirdi, her şey yolunda çok şükür, onu ziyaret ediyor ve eve varıyoruz. Her odada klimalı kuzen evi, bizi serin serin karşılıyor. Yapılan birbirinden lezzetli yemekler yeniliyor ve beklenen oluyor, herkes yorgunluktan bayılıyor. 




Isparta kökenli baba ocağının önemli bir kısmı zamanla Antalya yerlisi olmuş durumda, ziyaretler peşi sıra ve hızlıca yapılıyor. Akşama düğüncü olanlarla zaten kız evinde buluşulacak. Öğle sıcağının bastırması ile kendimizi eve zor atıyoruz. Neyse ki bir iki saatlik bir zaman var, herkes yine baygın. 


Gelin alma eğlenceli geçiyor. Hollanda'da yaşayan damat tüm TL'ler bitince Avro'ya geçiyor. Gelinin yakın arkadaşları kızı vermek bilmiyor. Neyse ki kapı sonunda açılıyor, göz yaşları alkışlar birbirine karışıyor, çalgılı çengili halaylarla kızı veriyoruz. Düğünün yapılacağı mekan falezlerin hemen üstünde. Eşsiz bir gün batımında, nispeten esen bir lokasyondayız. Kapıda verilen yelpaze günü kurtaracak. Kim düşünmüşse bin yaşasın. Hoş gecenin ilerleyen saatlerinde nemin iyice çökmesi ile yelpaze falan kar etmeyecek ama henüz haberimiz yok. Gelinle damat ilk dansını yapıyor. Geceyi tamamen ıslanmış kıyafetler, şişmiş ayak tabanları ve bitap düşmüş bedenler ile sonlandırıyoruz. Herkes pek mutlu. 

Sabahın erkeni yola çıkacağız. Sevgili Esin, İzler ve Yansımalar blogunda "Gladyatörler Kenti Kibyra" başlığı ile yayınladığı yazı sonrasında aklımda olan, o kadar da gidip geldik şu Antalya'ya hiç mi dikkatimizi çekmemiş diye hayıflandığım antik kenti nihayet gezeceğiz. Yol üstü oluşuna seviniyorum. Sabahın erkeni olmasına rağmen varışımız 10'u geçiyor ve hava sıcaklığını ciddi bir şekilde hissettiriyor. 1 saatte toparlarız biz bu işi diyoruz, öyle olmuyor :) 

Gene de akıllıca davranıp, antik kenti en tepe noktadan gezmeye başlıyoruz. Çeşme sonrası eşim ve annem araba ile stadyumun olduğu noktaya ilerlerken biz babamla yürüyerek yokuş aşağıya iniyoruz, stadyumun oradan yürüyerek çıkmak isteyenlere bu bölgeyi gezdikten sonra araba ile çıkmalarını ve tiyatro, çeşme ve agorayı oradan başlayarak gezmelerini öğütlüyoruz. 


Antik kenti mutlaka ama mutlaka Esin'den okuyun derim. Ben oradan edindiğim bilgiler ile bir rehber edası ile bizimkilere pek hava attım doğrusu. Gölhisar şirin bir yerleşim bölgesi, ovası ise uçsuz bucaksız. Fotoğraf makinesinin yanımda olmayışına biraz burkuluyor yüreğim. Şu akıllı telefonlar bana hiç aynı tadı vermiyor. Çekiyoruz başka platformlara uygun bir kaç kare fotoğraf ama yine diyeceğim siz Esin'in yazısına gidin de antik kent ve elbette ova görün, manzara görün, göl görün fotoğraf görün, bilgi ile donanın. Bir bilgi de Medusa ile ile ilgili gelsin. 

"KİBYRA’NIN MEDUSASI

Yunan mitolojisinde yeryüzünü simgeleyen ana tanrıça ve doğa ana olarak bilinen Gaia (Gaea) ile yine ilk tanrılardan denizleri simgeleyen Pontus’un birleşmesinden meydana gelen Keto ve Forkis’den de içlerinde Medusa’nın da olduğu üç kız kardeş Gorgonlar doğar.

Kâinatın kurulduğu zamanlarda, güzelliğiyle herkesi kıskandıran, aynı zamanda bütün tanrıları kendisine aşık eden bir kız yaşarmış. Yılan Saçlı Kadın aslında o kadar güzel bir kızmış ki yeryüzünde güzelliğiyle ona rakip olabilecek başka bir kadın bulmak mümkün değilmiş."

Hikayenin tamamını okumak için Erol Özdayı'nın  yazısına vakit ayırın. Kibrya'yı gezerken dünyada eşi benzeri olmayan bu mozaiğin sizi alıp götürmesine izin verin. Büyüleyici bir manzaraya karşı en tepe noktaya çıkıp saatlerce oturmak için bir kez daha geleceğime söz vererek ayrılıyorum Kibrya'dan. Bence bu antik kent ona tüm günü ayırmanızı hak ediyor. 

Biz öğlen sıcağı iyice bastırınca hızlandırılmış turumuzu sonlandırıp yollara düşüyoruz. Hedef Buldan. Kendime "müslin" bir şort alacağım, biraz duş havlusu belki bir kaç elbise. Bir de merak ediyorum o renkli evlerin olduğu sokağı. Ekip neyse ki tüm huysuzluğuma katlanıyor ve kabul ediyor yolu uzatmayı. Buldan da buldun mu? derseniz, aradığımdan fazlasını derim.  











Denizli'nin bu şirin ilçesi, dokuması ile ünlü, "Buldan Bezi" bu yöreye özgü ve dünyaca tanınıyor.  İlçe oldukça kalabalık, pazar gününün de etkisi var tabi. Neyse ki arabaya bir yer buluyoruz. Koruma altına alınan renkli cumbalı Buldan evlerini, birbirinden renkli ve zevkli dokumaların yer aldığı çarşısını geziyoruz.  Buldan simidini ise ne yazık ki tadamıyoruz.  İlçe 2024 yılında "Cittaslow" için başvurusunu yapmış, Umarım sonu Türkiye'nin ilk sakin şehri, Seferihisar'a benzemez. 















*70'li yılların TRT'sinde en sevdiğim çizgi filmdi. Ton Ton, bizim yıllar için bir çeşit süper kahramandı aslında. Nereye ne lazımsa değişir ve olur, köprü olur, deniz otobüsü olur, simit olur, kendini ifade etmesi gerektiğinde neyse derdi onu anlatan şekle bürünüverirdi. Hayat biz çocukken daha mı güzeldi?








06 Temmuz 2025

İki Valiz

Birimiz 53 birimiz 65, sakin bir hayata geçiş için didinmişiz, birimiz 30 birimiz 50 yıl. 

Çok şey istemiyoruz aslında, varsa ömrümüz geri kalanında daha sakin bir hayat. Nihayet, uzun arayışlar sonunda, Orhanlı köyünün Kocadağ'ı gören karşı yamacında bir evimiz olmuş, ilmek ilmek, çok büyük fedakarlık ve destekle, taş taş taşıyarak, özenle, titizlikle, varsa bir ömrümüz, kalanını, ormanla iç içe geçirmek için sımsıcak bir yuva yapmışız, hayali gerçeğe dönüştürecek şansımıza hep şükrederek.  

Bir kaç gün önce bir yazı yazmıştım. Son yazımdan neredeyse 1 yıl sonra. Geçen yıl son yazım "ekokırım"dı, o yazıdan sonra ki ilk yazım ise "benden haberler" Orada şöyle bir paragraf vardı;

"Manzaramız değişti, öyle değişti ki, o tepeye, o yeşile uyanmak yaşama sevinçle her gün yeniden bağlanmak gibi."

Dağları hep çok sevdim. Denizi de ama dağın bendeki yeri bambaşka. O koca dağ, kendimize yeni bir yuva ararken, karşısında durup da "burası" diye birbirimize baktığımız günden beri "yaşama heyecanımız"dı. 2 yıl önce almış, geçen yıl da inşaata başlamıştık. 

Seferihisar tarihinin yangını bizim köyde, Kocadağ'ın sol yamacında başladı. O gün manzaramız bir kez daha değişti. Sabah saatlerinde camiden anons yapıldı. "Bugün ateş yakmayın, hava çok sıcak, rüzgar çok şiddetli, yangın riskine karşı önlem alın". Evet rüzgar çok şiddetliydi ve yangın riski yüksekti.  

O anonstan iki saat sonra 12.57 de yangın ihbarı geldi, yine camiden. Hemen evin bahçesine çıktık. Evin sol yanında dumanları gördük. Dağın sol eteği yanıyordu. 15 dakika içinde koca dağı yuttu alevler. Önce tepeye sonra tepeden aşağıya sonra yeniden tepeye ve oradan karşı tepelere... Öylece seyrettim, çaresizce, eşim komşularla mahalleye doğru gitti. 


Ben 80 kiloluk bir kadınım, rüzgarın şiddetini şöyle anlatayım, beni terasın üstünden aşağıya itti. Terastaki taş babalara tutundum. Sürekli biri arkamdan beni itiyormuş gibi ayakta durmaya zorlandım. Taş babalardan birini siper ettim kendime, tutundum bir elimle. Sonradan öğrendik ki, rüzgar 100 km hızın üzerine çıkmış.  

Koca dağım, sırf ona uyanayım diye mimarlara, mühendislere inat yatak odasını o cepheye koydurtup, her sabah uyanır uyanmaz selamlaşıp hatrını sorduğum dağım, 15 dakika içinde baharı müjdeleyen yeşil elbisesini çıkarıp yasa döndü yüzünü, siyaha büründü sisler içinde, yaşamdan ölüme evrildi bir anda. Kuşlar, çığlıklar, çam ağaçlarının silah gibi patlayan kozalakları... Kül, duman ve gözyaşı. 


Eşim döndü, bana baktı kafasını  iki yana salladı, omzumu tutup, parmakları ile gözyaşlarımı sildi. İçeri girdik sessizce, ne yapacağımızı bilmez halde valizleri çıkarttık. İki kabin boy valize bir şeyler attık. Yanımıza ne alsak dedik, bilemedik. İki küçük boy valize sığdırdık ömrümüzü. Buzdolabını boşaltım sakince. Bahçeleri son bir kez sulamak istedik, elektrikler kesilince hidrofor çalışmadı. Kısa sürede yangın çok hızla karşı tepelere yayıldı. Vedalaştık evimizle, hayallerimizle... Evden anı olarak bir şey alsam dedim. Çok güzel güldüğümüz bir fotoğraf çerçevesini aldım elime. Ceviz söveye dokundum, evi ona emanet ettim. "Döneceğiz biliyorum" dedim. İçimden bir ses döneceğimizi söylüyordu ama ne bulacağımıza dair bir ip ucum yoktu. Merdivenlerden inerken, şükrettik vedalaşmak için vakit bulabildiğimize. Kaosun içinden geçerek köyümüzü geride bıraktık, ormanlarına aşık olduğunuz yolları henüz yeşilken içimize çeke çeke uzaklaştık. 




İnsan duygu olarak çok karmaşık... Derin bir acı, olası kayıpların endişesi, öfke, çaresizlik, işe yaramayacağın ve hatta sorun olabileceğin duygusu ile vakit varken uzaklaşma hissi ile, zoru görünce kuyruğu kıstırıp kaçıyormuş hissinin amansız kavgası, öfke, çaresizlik, acı üçgeninde savrulmak ile geçti yolculuk.  Dedim ya insan karmaşık, duyguları olmaz uçlarda sürükleniyor.  

Uzunca bir süre elde telefon, ailelere, dostlara sürekli aynı şeyleri tekrarlar buluyorsun kendini. Gelen her görüntü ve haberde yangının nereye nasıl ulaştığına, nerelere ulaşabileceğine kafa yoruyorsun. Tuhaf bir duygu sarıyor. Kendini senin aczini bilip, duyup, görüp aramayanları sıralarken bulunca, anlıyorsun ki, insan gerçekten ve bildiğinin ötesinde karmaşık bir varlık. 

Köylü kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş yıllar içinde, afetlerdeki pozisyonlar belli, ciddi bir organize olma hali, görevler, eldeki imkanlar belli... Yetersizlik ve imkansızlıklar da öyle.  48 saatten fazla süren felaketi yayın yapan 2-3 muhalif televizyondan seyrediyoruz, bir de sosyal medyadan. En net bilgiler tabi ki muhtarlık "whatsapp" üzerinden geliyor. Seferihisar tarihinin en büyük yangını. Başlayıp yayıldığı yer inanılmaz boyutlarda, akıl sır ermiyor bu duruma. Kahraman diye bir şey var, itfaiye çalışanları, meslek bile sayılmıyorlar, ölüp gidiyorlar da eğer 10 yıl çalışmamışlarsa tazminata bile değer bulunmuyorlar. Ah ülkem güzel ülkem... Kimleri meslekten saydın da, canını dişine takanlar için yapabildiğin bir şey yok. Köylüler, resmi makamlarda görev alanlar, ah o gönüllüler... Gençler, yaşlılar, kadınlar... Sislerin, dumanların, alevlerin arasından can kurtaran o şahane insanlar... Bin şükür ki, iyi ki varlar.  

Okan'ın kendi evi yanmış, bari Arzu ablanın evi yanmasın diye elinde kürekle mücadele ediyor, ayakları yanmış, elleri... Yok ki koruyucu malzeme. Yaşlı bir amca evini terk etmek istememiş, öleyim burada demiş. Kucaklayıp kurtarmış gençlerden Tuna. Karşı kıyıya sıçramasın diye elinde çalı süpürgesi ile aleve kafa tutmuş Nevbahar. Bu insanlar kahraman değil de kim? Karmaşık duygular içinde geçen 48 saatlik bekleyiş sonrası Muhtar nihayet iyi haberi veriyor, denetimli olarak elektrik verilecek. Bu iyi haber, elektrik varsa su var, su varsa hayat var. 

Ertesi sabah eve doğru yola çıkıyoruz. Yüreğim sıkışık, gözlerimdeki nem gitmek bilmiyor. Yol boyu, tüh tüh, vah vah, ayyy olamazzz o tepe de mi gitmiş, şükür çok şükür portakal bahçeleri duruyor, aaa evin dibindeki ağaç kül, bahçe kalmamış ama bin şükür ev iyi durumda, keçi ağılına bak, dört bir yanı tutuşmuş ama şükür hayvanlar sağ... Bu ve benzeri cinlerle cümlelerle geçen yolculuk sonrası, nihayet evimizdeyiz. 




Bin şükürle giriyoruz, ceviz söve ile göz göze geliyoruz. Dokunuyorum ona. Teşekkür ediyorum. İçim bir parça da olsa, bir yudum da olsa serpilen su ile ferahlıyor. Yaşam alanının orta yerindeki adanın ardından karşıya bakıyorum. Kocadağ orada tüm heybeti ile duruyor. o an daha iyi anlıyorum, manzaramız ne yazık ki bir kez daha, değişti, öyle değişti ki, o tepeye, o karanlığa uyanmak yaşama umutla her gün yeniden bağlanmak gibi artık. Bir gün yeniden yeşerecek biliyorum, biliyorum doğa kendini en iyi şekilde tedavi edecek ve ben o gün, bak diyeceğim buradan buraya kadar olan ağaçları biz diktik. 





25 Haziran 2025

Deneme Bir İki - Benden Haberler






Koskoca bir yıl geçmiş, elime klavye almayalı. Haliyle tutukluk var. Düşünceler dağınık. Kendime diyorum bir hedef koysam... Her güne bir paragraf. Yarın başlasam, cumartesi, pazar yazamam. Pazartesi desem, çok zaman var kesin bahaneler sırasına kaynak yapan bulunur.

En iyisi mi, ben son bir yılda neler oldu özet geçerek başlayayım.

Taşındık!

Bölge, şehir, köy değiştirdik.

Marmara Bölgesi'nden, Ege Bölgesine, Bursa'dan İzmir'e, şehirden köye...

Zorlu bir iki yıllık süreçti. Ülkenin çalkantılı ritmine uyumlu bir kalp ile geçtiğimiz Nisan ayında, Seferihisar Orhanlı Köyü sakini olduk.

Telaşesi bol günler, yeni yetme bahçeciler olarak hali hazırda devam ediyor. Yeni hayata, sisteme ve zamanlamaya uyumlanma süreci devam ediyor.

Şehirde erken kalkardık, işe gitmek için, köyde daha erken kalkıyoruz bahçede çalışmak için.

Şehirde erken yatardık, ertesi sabah dinç olmak için, köyde daha erken yatıyoruz yorgunluktan bayıldığımız için.

Sütü, yumurtayı, köy ekmeğini, bahçeden ilk ahududu, salatalık, bolca semizotu, nane, soğan, reyhan ve biberi saymazsak düzende değişen bir şey olmadı. Köylü pazarından alışverişe devam yani. Yakında domatesler olacak gibi. Bolca yumru var.


Manzaramız değişti, öyle değişti ki, o tepeye, o yeşile uyanmak yaşama sevinçle her gün yeniden bağlanmak gibi.

Geçenlerde yazayım dedim; bir şeyler de dökülmedi değil ama devamı gene gelmedi, o paragrafları da şuraya iliştireyim en iyisi;

Günlerin günleri amansız bir takiple kovaladığı günlerden geçiyorum. 53 yılını farkı olsalar da kentti olarak geçiren ben ve 65 yılının farklı kentlerde olmak üzere 55 yılını kentli olarak geçiren eşim, hayali gerçeğe dönüştürecek kararlarla, köye göç ettik. Niyet, mütevazi, bahçeli bir köy evinde varsa ömrümüz, yaşamaktı. Arazi mütevazi olamadı, ev desen öyle, bahçe desen bizi aştı. Ama köy köydü. Öyle sarpta, yabanda, kuş uçmaz, kervan geçmez yerde değildi ama mahrumiyet vardı, kesilen elektrik, taşan su, kuruyan toprak, internetsiz ve televizyonsuz günler.



Olayları uzun yıllardır takipte zorlanan bünyeme, nefes gibi gelmişti her şey. Bu molayı ne yalan söyleyeyim sevmiştim. Ruhum dinlendi. 

Su, hava, toprak ve odun!

Evi kapat, taşı, kolilerce eşyayı aç, yerleştir, sen yetişemeyince dostlar el atsın, ha oldu olacak, oldu galiba derken, bayram geldi, misafirleriyle... Ne eğlenceli, heyecanlı, telaşlı geçti.

Çekmeyen hat, çeken bir internet sağlayıcı ile çeker hale getirildi. Takip edilemeyen gündem eve bomba etkisi ile düştü.









Ölümün her türlüsünün zamansız olduğu gerçeği ile bir kez daha yıkıldı kalpler. Acıyı tarif et deseniz, samimiyeti, dostluğu, aşkı, sevdayı, adanmayı, inancı ve kendini feda etmeyi, adını belki de hiç aklıma getiremeyeceğim, tanımadığım, tanımakta geç kaldığım bir isimle yanacağını yüreğimin, hiç tanımadığım o güleç yüzlü adamla tarif etmezdim düne kadar.

Köy evinden hallice malikane diye dalga geçilen iki oda bi salon evimizin her köşesinde gözümdeki yaş kuruyana kadar ağladım. Kadere isyan ederek ağladım. Sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek memleket sevdalısı insanlardan birini, ihmal veya mukadderat her ne derseniz deyin, kaybedişimize ağladım.

Bir parti başkanının, tüm sıfatlarından bir anda sıyrılıp dostunu, kardeşini toprağa verişine ağladım. Yurdum insanının iyilik karşısında, sağı solu bırakıp bir oluşuna ağladım.

Gülen bir çift göz, inanan, çalışkan, dürüst bir insanın yapamayacağı şey yoktur, bunu gösteren benden 5 yaş küçük bir adamın inancına ve ailesine ağladım.




Yukarıdaki yazıyı, o gün aldığımız haberin de etkisi ile derin bir üzüntü ile yazmıştım. O da dursun işte buralarda... 

Şimdi kaldığımız yerden devam edelim. 

Köy dedin mi, zorluğu da beraberinde gelmiyor değil, mesela günlük hayatta kolaylık olan internet, kırsalda biraz zor, telefonlar çekmiyor, internet bulursan o da ADSL, ne ala. Galiba bulduk, akmasa da damlayacak olan internetimizi iki göz yaşı, çokça kapı aşındırma ile - kaşıyın popoları - galiba bulduk. Haftaya medeniyet denen tek dişi kalmış canavar ile büyük vuslat gerçekleşecek.

İlk aylar su taşması ile tanışma, elektrik kesintisi nedeniyle stokculuk alışkanlığında kökten bir değişiklik, börtü böcekleri sıklıkla evde misafir etme gibi sınavları başarı ile vererek, kırsala uyum sürecinde bir adım daha yükseldik diye düşünüyorum.

Mahalle çıkmaz sokak, sürekli oturan iki aileyiz. Hepi topu 7 hanenin 2'si ile uyumlu bir komşuluk olacak belli ki, yeterli bence. Köyde olmanın güzelliklerinden biri çat kapı torba ile bırakılan bahçe mahsulleri, bir gün açıyorsun enginar yanında taze soğanı dereotu tam tekbil... Ne güldümdü o sabah.

Köyümüz deli zeytinlikleri ile vadide kadim  bir köy. Deli zeytin ağaçları hatta ormanları Rumlardan kalma, 300- 400 yıllık ağaçlar. Portakal ve mandalina ovası var, deniz derya sanırsın, öyle uçsuz bucaksız. Ne yazık ki, her yer gibi buralarda jesciler, tiny housecular, madencilerin talanı ve tehdidi altında. Köylü bilinçli bir direniş gösteriyor ama, "sesimizi duyan var mı?"

Dün gece ilk defa tilki yavruları geldi bahçeye, iki tane... Kuşlar, kertenkeleler, bolca örümcek ve çeşit çeşit kuşlar yeni arkadaşlarım. Çok söylenen yaşlı mahalle kedimiz, her evin kapısında 10 dakikalık söylenme seansını her gece düzenli olarak tamamlıyor. Bilmem dedikodu mu yapıyor, yoksa yemekleri beğenmediği için şikayet mi ediyor ama kaynanamı aratmayacağı kesin.

Tuhaf bir şekilde hastane işleri çok kolay. Tam vaktinde gelen randevu saatleri, kolaylıkla halledilen tahliller, büyük bir hastalık olmazsa, rutin yaşlılık halleri için gayet ideal bir düzen.

Kadim zeytin ağaçları gölgesinde, ilk heves oturup yazacağım yazı da bu olacakmış demek ki!

Sohbet niteliğinde, kırsaldan bildiriyorum serisi ile umarım ve dilerim, yeniden yazıyla kesişir yollarım.

Eski günlere özlemle, büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öperim. Yaş grubu kemale erenlere de sarılırım.


                                                                                                                         Kırsalın gülü Evren...

12 Haziran 2024

Belli Ki Bu Ülke Hızla Sürükleniyor: Ekokırım


Dünya var olduğundan beri, canlılar, medeniyetler, ülkeler değişiyor, yok oluyor, yok ediliyor. Yaşarken olan biten tuhaf geliyor, geçmişe bakınca nasıl olmuş ki diyorsun. Nasıl izin verilmiş. Oluyor, olmaya devam ediyor, bitecek gibi değil. Verilen tepkiler, atılan çığlıklar değişime elbet yön veriyor ama belli ki yeterli olmuyor. Dünyanın düzeni teslim olmuş bir güce, ne din, ne iman, ne ahlak, ne hak tanıyor... Talan ya da savaş bitmeyen bir hırsın ürünü... Şakşakçısı da hiç bitmiyor. 

Katliamlar durdurulamıyor, yoksulluk, açlık, kadına şiddet, çocuğa şiddet, kediye, köpeğe şiddet.. Gıdaya, sağlığa, eğitime ulaşım zorlukları, adaletsizlik, hukuksuzluk, yağmacılık, fırsatçılık... Aklıma gelmeyen daha bin bir türlü bela ve karanlık. 

İnstagram üzerinden yapılan paylaşımlara denk geldikçe, ben de paylaşıyorum. Neye yarıyor bilmiyorum, imza kampanyalarına katılıyorum neye yarar bilmiyorum. 

İkizköy Direniyor: Madenin Akbelen'de yaptığı yıkım ve gasp korkunç boyutta...Kaçıncı dava, kaçıncı boykot. 

Aydın Çavdar Köyü, Latmos - Beşparmak dağları madene açıldı. Fotoğraflar korkunç... Çam fıstığı, zeytin olan her yer şimdi dağ, taş. kaynak suları, kültürel miras yok oluyor. Düşünsenize 8000 yıllık kaya resimleri, antik kentler ve manastırlar ve daha pek çok şey yok oluyor. 

Burdur, Isparta, Akçay Havzası, Madran Dağı, Kaz Dağları, Seferihisar, Ankara Güdül, Ardan, Kars, Göle Havzası, Gümüşhane, Gökdere, Nazlıçayır Köyü, Alakır, Fırtına Vadisi, Likya Bölgesi, Gökçe Ada, Alpu Ovası, Yenişehir Ovası, Yenice Ormanları, Toroslar, Gediz Deltası, İliç, Fırat Nehri... daha çokkkkk uzayıp gidiyor liste... Göller kuruyor, göller... Akşehir, Eber, Marmara Gölü, Van Gölü kuruyor, inanabiliyor musunuz? Bunlar aklıma hemen geliverenler. Göllerdeki su miktarı son 30 yılda %53 azalmış diye bir haber okumuştum. 

Turizm adı altında yapılan kıyı talanına insanın aklı ermiyor, Finike, Demre, Kaş, Kalkan duble yol olacakmış... Gazipaşa kıyılarına tesis kurulacakmış, Marmaris yangını sonrası her yer talan... Çok mu lazım diye soruyor insan. Nasıl bir doymazlık, nasıl bir talan iştahı, nasıl bir körlük, duyarsızlık...  Her yer kan ağlıyor, insanlar köylerini, toprağını, ormanını, nehrini savunuyor, hükümetler taş üstünde taş bırakmayan kararlara imza atmaya devam ediyor. 

Tarım arazileri "tiny house" adı altında talan edilmeye, dereler, nehirler enerji üretimi için kurutulmaya, ormanlar, zeytinler maden uğruna yok edilmeye, yangın sonrası betonlaşma ile kıyılar talan edilmeye  hızla devam ediyor. 

Son dönemin sıklıkla karşılaşılan kelimelerinden "ekokırım". Bazı ülkeler EKOKIRIM'ı suç olarak tanımlıyor, belli ki bizim ülkemizde güç olarak tanımlanıyor, güce tapanlar bu ülkenin sonunu bir felakete sürüklüyor. 




05 Haziran 2024

Plan Gibi Plan ve Bir Yol Hikayesi

Zorlu bir haftayı geride bırakmış, Cuma gününü izin alarak 3 günlük yol planını yapmıştık. Efendi gibi gidip efendi gibi dönecektik. Yoldan çıkmayacak, oluşturduğumuz rotaya sadık kalacak, bir önceki gezilerden edindiğimiz tecrübeler ışığında evimize vakti ile dönecektik. 

***

Perşembe, 17:00

Perşembe gecesi tüm hazırlığı tamamlayıp yola çıkmamız 5'i bulmuştu. Hedef belliydi. Ama konaklama noktası konusu, gideceğimiz yerde önceden rezervasyon yapılmadığından sürpriz sonlu olacaktı. 157 km'lik yol yaklaşık 2,5 saatlik bir zaman demekti ki, akşam yemeği için ideal bir varış saati olacaktı. 

Buraya kadar her şey normal seyrindeydi.

Yolculuk neşeli şarkılar ve sohbetle devam ediyordu, bir önceki haftaların gerginliği ara ara kendine yer edinmeye çalışsa da, yılların verdiği deneyimle, artık buna izin vermiyorduk. Sıkıntıların konuşularak ancak çoğalacağının, ne iyi ki ikimiz de farkındaydık. Bir kere konuşmuş, ömrümüzden yeterli zamanı canımızı sıkan kişi/olaya vermiş ve kitabın o bölümünü geçmiştik. Teknik olarak "flashback" lere ihtiyaç duymadan, gün bugündür felsefesi ile "anda kal"ıyorduk. 


İlk durak Ormanya Kamp Alanı... Kapıya varmamızla gözüme kestirdiğim üç araçlık boşluk ile "Yaşasın yer var" çığlıklarım arabanın içinde yankılanıyor. Neyse ki mutlu son. Görevli elinde mis kokulu kahvesi ile geliyor, gerçekten de yer var. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen, kuralları belirlenmiş kampımıza kuruluyoruz, bize ayrılan 19 numaralı alanda bir de ağaç ve masa var, daha ne isteriz derken, 3 gün ücretsiz olduğunu öğreniyoruz. Hakikaten bir kampçı olarak daha ne isteriz ki şu hayattan!

Ormanya Doğal Yaşam Parkı düzenlenmiş bir orman aslında. Sabah erkenden yürümek ve içinde kaybolmak için sabırsızım, görevli uyarıyor, 6'da gezmeniz mümkün değil, 9'da açılıyor diye. Ah devlet dairesi bakış açısı... Dert değil, açılışı  9'da olsa da mutluyum ben. Hemen soframızı kuruyoruz, rakıları koyuyoruz, bir ağacın altında, yeşile baka baka içeceğiz, dertleri bir bir sileceğiz. Bir süre sonra eşimin dikkatini çekiyor, hafifçe bana eğiliyor, "bir tek biz içiyoruz" diyor, hemen internetten kuralları okuyorum ve görüyorum ki, alkol almak yasak. Oysa 23 araçlık alanda, her milletten her anlayıştan insan var. Birer dublemizi içiyor, biri bizi şikayet etmeden ya da uyarı alıp keyfimiz kaçmadan masayı topluyoruz. Kısa  bir keşif turu ve gece yürüyüşü sonrası, gece sakin ve dinlendirici geçiyor. 



Cuma, 09:00 

Sabah 9'da kapıdayız. Büyük ve görkemli kapıdan geçiyoruz, bambaşka bir dünyaya açılıyor gözlerimiz. İçinde mesire alanı, gökyüzünü göremeyeceğiniz kadar büyük ağaçlarının gölgesinde yer alan farklı zorluk derecelerine sahip yürüyüş ve bisiklet rotaları, kuş gözlem, Hobit evler, böcek oteli gibi farklı deneyim alanları, çocuklar için tam bir keşif imkanı sunan, özellikle vahşi doğada yaşama imkanı olmayan hayvanlar için rehabilite merkezi gibi düzenlenen çiftliği, göletleri, doğanın içinde kaybolmuş kafe ve restoranları ile Ormanya tam bir şehre mola noktası. 

Çok beğeniyoruz.  Yaklaşık 4 saat süren turun sonunda Ormanya'dan ayrılıyoruz. Çünkü bazı kurallar bize uymuyor, keyfimiz kıymetli, zaten iki gün kafa dinlemeye gelmişiz, hemen rotayı tekrar oluşturuyoruz. 114 km. sonra Karadeniz kıyılarında, Karasu'dan giriş yapacağız ki, saat makul, gezinerek varacağımız kıyılarda elbet gönlümüze göre kafa dinleyecek bir yer bulacağız. 








Cuma, 14:00

Google ne büyük kolaylık, Akçakoca'ya kadar kıyı şeridindeki konaklama yapılacak kampları tararken bazılarını gözüme kestirip arıyorum. Sezon açılmamış, havalar birden mevsim normalleri üzerine çıkınca, ortalık toz duman ama insanların da kendini bir yerlere atası var. Haliyle tamir, tadilat, gürültü, patırdı hiç bir yerden eksik değil. Yolda giderken, hep durduğumuz Poyrazlar Tabiat Parkı aklımıza düşüyor. Ne yazık ki, karavanlar için konaklama yasağı gelmiş. İki hafta öncesine kadar izin veriliyormuş. Günlük giriş de 450 lira olmuş. 2 saat için değmez deyip ilk plana sadık kalacağız ama nasıl açız, neyse ki gölün karşı kıyısında kahvaltı molası verecek bir ağaç gölgesi buluyoruz. Karşımız orman, fotoğraf çekip bir arkadaşıma gönderiyorum, "windows ekran görüntüsü bu"  diyor. Bulunduğumuz yerde nasıl güzel bir esinti var, ayrılmayı hiç istemiyoruz. Ama hemen yan tarafta bir ev var, içeride kimse yok gibi ama geldiklerinde rahatsız olabilirler düşüncesi ile oradan ayrılıyoruz. 






Cuma, 18:00 

Saat 6 gibi gözümüze kestirdiğimiz kampa varıyoruz ama kapı kapalı. Oysa sahibi ile telefonda görüşmüş ve içeride bizi karşılayabilecek çalışanlar olacağını öğrenmiştik. İçeriye kaçak giriş yapan yurdum insanı grubu var, yaygılarını yola yayıp piknik moduna geçmeye çabalıyorlar, iç sesimiz bizi uyarıyor, temkinli davranarak oradan vazgeçiyoruz. Gelirken gördüğüm ve yoldan epeyce içeri girilerek ulaşılan Kalkın Köyü Mesire Yeri'ni eşime öneriyorum, yoldan sapar sapmaz inişe geçiyoruz.  Harika bir orman köyünden, yol kenarı asırlık ağaçlar ile çevrili, deniz kıyısına kadar kıvrılarak devam edecek  yola aşık olduk bile. İç sesimize güveniyoruz, midemiz kelebekler ile doldu, bu gece buradayız. 

Cuma, 19:00

Derme çatma bir kulübe karşılıyor bizi, teras gibi bir kısımda 3 adam oturuyor, sonradan sohbeti ile bayıltabilen adamın buranın işletmecisi olduğunu,  hemen yanında oturan adamın ormanı keserek 32 dönüm kadarcık alan içinde kaçak yapılar yaptığından 4 yıl içeride yattığını, diğerinin de tekin bir amca olmadığını öğrendiğimiz bu mesire yerinde izin kalarak kalmaya karar veriyoruz. Oysa ilk izlenimiz; kendi halinde amcalar sohbetteydi. 



Cuma,  20:00

Saat 8 gibi gün batımı için tüm hazırlıkları tamamlıyoruz. Bir tek biz varız. Bir de işletmeci, Ergül abi. Rakılara buzları koyup, sırtı orman, önü lebiderya deniz manzaralı evimizde şükürler dilimizde bir keyif anında güneşi tam da denizin ortasında batırırken şarkılar söylüyoruz. 

Var mıyım diyorsun şarkılarında
Elbette sen varsın kim olacaktı
Var mıyım diyorsun şarkılarında
Elbette sen varsın kim olacaktı

Güneşi batırıp, keyfi katmerleyince, usul usul toparlanıyoruz, bir ara eşim kayboluyor, Ergül abi ile sohbette olduğunu fark ediyorum. Özenli bir meyve tabağı ile birer duble rakı koyuyorum. Karanlıkta eşimin kurtar beni bakışlarını algılamıyorum. 

10 yıl önce rakıya tövbe etmiş Ergül abi, bozuyor beni demiş. Ot öyle değildi, ama artık bulunmuyor demiş. Hayat hikayesi bizde saklı Ergül abi, biraz da yalnızlıktan olsa gerek, çokkkkk konuşuyor, ama gerçekten çokkkkk!

Eşim karavana döndüğünde, "of ya diyor kalkamadım da... Yoruldum dinlerken" diyor. Gülüşüyoruz. Ortam öyle güzel ki, bir gece daha kalacağız ama bu sefer temkinliyiz. 

Karavanın yan pencerelerini ve gökyüzü penceresini açıp, yıldızlı geceye güzellemeler yaparak, ertesi günün hayali ile uykuya dalıyoruz. 

Cumartesi, 06:00

Sabah kuş sesleri ile uyanıp, 6 gibi kendimizi dışarı atıyoruz. Sabah yürüyüşü, kahvaltı ve deniz... 

Plan gibi plan!

Tıkır tıkır işliyor... 

Gün içinde gelen 2-3 günübirlikçi ile ortalık biraz hareketlense de, sezon henüz açılmadığı için sakinlik korunuyor. Akşam üzeri bira-fıstık ile hararetler alınıyor. Akşam yemeği gene gün batımına karşı. Gece yürüyüşü, sonrası biraz okuma ve huzur dolu bir uyku ile sonlanan gün. İnsan daha ne ister ki hayattan. 



Pazar, 06:00

Sabah 6 gibi uyanıyoruz, gün doğumunu kaçırmışız, 1 saat içinde toparlanıyoruz, yola çıkmak için hazırız.  Aslında bir kuralımız var, henüz farkında değiliz ama o kuralı epeyce ihlal edeceğiz. 

Kural: Dönüş yolunda en kısa yoldan eve gitmek. Rota 4,5 saat diyor. Kuralı işletsek, en geç öğlen gibi evdeyiz. 

Pazar, 07:00

Kahvaltıyı yolda bir yerde, güzel manzaralı bir dağ köyünde ederiz diyerek yola koyuluyoruz. Kalkın köyünün bir yan koyu olan Karaburun plajına girmeye karar veriyoruz. Kimsecikler yok, bir adam elinde kasa ile bakkala doğru yürüyor, biz de arkasından, kasada henüz tutulmuş, Karadeniz Barbun/Tekir... Hemen bir kilo alıyoruz. Hayaller öğle rakısına bırakıyor kendini... Melenağzı Çayı'nı geçiyoruz. Bir sonraki sefer çaydan yukarıya doğru uzanan yolu keşfetmek. 




Pazar, 10:00

Üniversite tren yolculuklarımın göğe bakma durağı Doğançay tabelası dikkatimi çekiyor, google haritalar orada bir şelale olduğunu gösteriyor... Gözler parlıyor... Rota bir kez  daha oluşturuluyor. Dar ama orman içinden giden yemyeşil yolda, yüreğimiz ağzımıza gelse de, inişe geçtiğimiz betondan yapılmış yolda, saptığımız ilk köyden yaklaşık 30 dakika süren 12 km'lik yolu tamamlıyor ve şelale tesislerine varıyoruz. Yaşlı amca gülüyor, 

"karadenizli misiniz", 

"değiliz" 

"ne işiniz var burada" 

"gezmeye geldik" 

"hiç akıl yok" :))

Yahu neden böyle deyip günü mahvediyorsun ki bey amca, biz çok akıllı olduğumuzdan hem yolu yarıladık, hem de molamızı şahane bir şelalede verdik. Değil miyiz yoksa???


Mekan henüz yeni kiralanmış, tadilat nedeniyle her yer inşaat, tek tük araba var ama anladığımız kadarıyla 1-2 saate park bile sorun olacak. Aracı tek gölge yer olan iki fındık ağacının altına alıyoruz. Nispeten düz ve hemen yanı başında bir bank var, masayı da oraya açıp kahvaltı edeceğiz. Plan bu!

Şelale yolu 600 m. ama dik ve yol düzenlenmediği için orman içi patika. Aşağıda masa koyacak yer yok zaten herhangi bir yapı da yok. O yüzden elimiz kolumuz boş inişe geçiyoruz ki, dönüşte bu halimize binlerce kez şükür edeceğiz. Bildiğin 60 derelik yokuştan inişe geçiyoruz, yer yer 90 derece mi oluyor ne... Epey zorlu bir parkur, son 10 m.'de bende kayış kopuyor, neden bu kadar zorluyorum kendimi diye küfürler ediyorum. Güç aldığım tek şey, hemen önümüzden ellerinde piknik malzemeleri ve bir bebekle inen genç çift, onlar yaparsa sen de yaparsın diyorum. 

Neyse ki, şelaleye kazasız belasız iniyoruz. Genç çift kucaklarında bebeleri ile kahvaltıya başlamışlar bile, yanlarına yanaşıp, sizden feyz aldım diyorum. Gülüyorlar, "biz de ha gayret diye diye geldik ama bir daha ne geliriz ne de tavsiye ederiz" diyorlar. Gülüşüyoruz. 


Şelale görgemli, çok katlı ve serin... Su buz gibi, gölet oluşan yere bari girebilseydik derdindeyim ama mayolar bile yukarıda ve su öyle soğuk ki, üstelik yol gidip gelmeye uygun değil. Giremezdim kesin deyip kendimi teselli ediyorum. Eşim tabi ki suya girmeden dönmüyor. Dönüş yolu bir felaket, biz çıkmaya niyetlenirken gelen herkes bol küfürlü ve puflamalı sonlandırıyor inişi. Yolda soranlara, "değiyor ama canınıza da yetiyor" diyorum. Bir ara kalbim ağzımdan çıkıyor, tansiyon muhtemelen 20 falan derken, 5 mola, 8 "ölüyorummmmmm bennnnn" nidaları ile 600 m'lik yolu kazasız belasız çıkıyoruz. Ortalık toz duman, arabalar üst üste. Adam bağırıyor, "yanaş abicimmm, yanaşşş, yarım metre bile lazım bize." 

Maviş neyse ki gölgede, biraz soluklanıp, taze köy ekmeği, peynir, domates, zeytin ile kahvaltıyı edip yola çıkıyoruz. 

Pazar, 14:00

Geçen yıl Bilecik'te bulunan Harmankaya Kanyonu Tabiat Parkı kampından dönüşte aldığımız çileğin kokusu hala damağımda, eşim "bak bakalım yol ne kadar uzuyor" diyor, "45 km", cevabından sonra rota bir kez daha oluşturuluyor. 

Dağ köylerinden geçerek varacağız İnegöl Kurşunlu'ya, yolda çilekçi Samet'i arıyorum, "ablam var çilek" diyor. Oooo benden mutlusu yok. Yolda giderken Porland Fabrika Satış mağasına giriyoruz. Evlenecek olanlara Allah bol bol maaşlı, kazançlı işler versin. Yoksa durum zor... İkinci kalite tabaklar bile tanesi 300-500 liradan satılıyor ki, 12 kişilik yemek takımı falan hayal. 

Anayoldan ayrılır ayrılmaz, keyfimizi cezbeden yeşillik ve orman manzarası ile bir ağaç gölgesinde alıyoruz soluğu, Maviş'le olmanın ayrıcalığı da bu, gönlün nereye düşerse evin orası, buz gibi bira ve fıstık keyfi ile yaptığımız bu kısa mola sonrasında, 6 gibi Samet ile buluşabiliyoruz. Sağ olsun kasa ile çilek, kilo ile kiraz ve erik hazırlamış. Bir de uyarıyor, dönüş yolunu İnegöl'den yapmayın, 2 saat uzar yolunuz diye, tamirat varmış yolda, Yenişehir yolu açık olduğundan, rota bir kez daha oluşturuluyor. Yolda yaptığımız bir iki telefon görüşmesi sonrası, balık rakı, eşimin köyünde, baba evinde olacak. Plan gibi plan :)

Pazar 20:00

Sofrayı kuruyoruz, balıkları temizleyip, kızartmak için hazırlıyoruz, salatayı yapıyoruz. 30 dakikalık bir ön hazırlık ile keyfimize keyif katacak son molamızda yine baş başayız. Herkesin bir planı olduğundan biz bahçeli, meyve ağaçları ve çeşit çeşit çiçek ile süslenmiş köy evinin keyfini sürüyoruz. 


Pazar 00:00

Israrlara rağmen yola çıkıyoruz. sonuçta 1-1,5 saatlik bir yolumuz kaldı, yani en geç 1.30 gibi evdeyiz üstelik "home sweet home" yani, herkesin evi kendine 5 yıldızlı otel olduğundan, eve doğru yol alıyoruz. Karavanı boşaltma işini olduğu gibi ertesi güne bırakıp, duşları alıp yatıyoruz. 

***

Böylece zorlu bir haftayı harika bir 3 günlük kaçamak ile geride bırakmış, efendi gibi karavanın ve hafta sonunun hakkını vermiş, her türlü yoldan çıkmış, yeni rotalar oluşturmuş, bir önceki gezilerden edindiğimiz tecrübeler yetersiz olacak ki,  evimize olabilecek en geç saatte dönmeyi başarmıştık. 

***

Ey sevgili okur, okudun anladın şimdi son bir soru:

Karavancılık biraz kendini yola bırakmak, yolun sürprizlerinden keyif almayı başarabilmek değildir de nedir?

24 Mayıs 2024

Bir Karavan Hikayesi

 



Ömrümün ikinci baharına denk gelen en güzel hikayedir: MAVİŞ

Az süsleyeyim, biraz da pullayayım da, nesilden nesile bir aşk hikayesi gibi anlatılabilsin.

***

5-6 sene önceydi, dünyayı dolaşmak isteğimin üzerinden epeyce zamanlar su olup akmış, serde gençlik vardan bir ayağı çukurdaya mey etmeye yüz tutmuş fani ömrümde, elde avuçta tutulabilen niyetler heba olmasın diye, niyetine girdiğim yollarda Avrupa'dan da bir kaç ülke görmüştüm. 

Gel zaman git zaman hayat arkadaşım; yol arkadaşım, dostum, sırdaşım olunca... Hayalim gerçeğim olsun istedim ki ne denk geliştir o hayal... 

Hayal dediğin içte bir kurt, konu konuyu açınca gelip baş köşeye gözünü dikiyor, dikiyor da, konuşmanın seyri hep "emekli" olma gerçeği ile sonlanıyor, beyhude geçen ömrümdeki bu caanımm hayal, ülkenin ekonomik gerçekleri ile yüzleşmekten yorgun düşüyor, kurt dediğin durduğu gibi durmuyor, kemiriyor da kemiriyor. 

***

İşte o 5-6 sene önce günlerin günleri kovaladığı günlerden bir gün, hayal, koşa koşa geldi konunun en can alıcı yerinde sahnesini aldı, ama ne alış! 

Allah denk getirdi derler ya, bence o an o andır, dedik neden olmasın... 

İki aracı  topladık, eldeki avuçtaki bilgiye böldük, sonuç oldu mu sana bir araç... Ama ne araç? Nasıl bir araç?

Soru salonun orta yerindeki avizeye asıldı kaldı, uzun bir süre denmeyecek kadar ama asla kısacık bir zaman da değil. 

Geliyoruz gidiyoruz soru ile kafa kafaya veriyoruz. Binek olacak, ekonomik olacak ama dağa taşa vurdun mu da ağlayıp sızlamayacak, ya Rab! nidaları ile geçen günlerden birinde, bir de ülke ekonomisi vermez mi sinyali ucundan.

Sinyale gözü kapayıp girdik yola... 

Kısa sürede tesadüfün taşları kaderin ağlarına denk düştü... 


Yılların emeği ile taranmış, "google sağ olsun" sonsuz kaynağındaki bilgiler ışında temeli atılmış karavancılık hikayesi kısa sürede, üstelik emekliliği beklemeden ilk meyvesini verdi: Rengi, modeli, yaşı, boyu, huyu bizden, yakışıklı bir arkadaş evimizin "aile" arabası oluverdi. 


Mavi gri renkli, Caravelle "Team" model aracımızın arka üçlüsü yerine konan bir kamp mutfağı dolabı, "Alamanyalardan" getirtilmiş bir arka kuyruk çadırı ile serüvenden serüvene, yollardan yollara karavancıyız edasıyla dolanacaktık ki, adı olmayan bir karavanın camiada kabul görmeme ihtimalleri üzerinden, adını tekerine üfleyip yollara revan olduk: "Maviş, Maviş, Maviş"

***

Aradan geçen 4 yılın sonunda, evrilen hayaller ve deneyimler sonucunda geçen yıl biriktirdiğimiz avrolar duman olmadan önce Mavişi "pop up" çatısı ve iç mobilyaları ile mini bir campera dönüştürdük.  O değişimden beri Maviş mutlu biz daha mutlu yollardayız anlayacağınız. 


Cuma oldu mu "nereye" soruları, perşembeden belli olur kampçının kaderi zeytinyağlıları ile rakılar, balıklar, etler, peynirler ile kurulan dost sofraları ile şenlenen hayatımız, bir çokları için "hayat size güzel" iç çekişlerine sebebiyet verse de, "hayatı bize güzel kılan" yüreğimize, bakış açımıza, tercihlerimize zeval gelmesin dileriz. Herkese de hayallerini gerçekleştirme fırsatı bulacağı bir ömür. 

***

Kimi zaman bir göletin kenarında, kimi zaman bir dağın başında, kimi zaman antik bir kentin kıyısında, kimi zaman denize nazır, bazen bir gün doğumunda, bazen bir ay ışında, zaman zaman ıssızlığın ortasında, nadiren kalabalığın orta yerinde, her şeye rağmen, Maviş denince, dilimizde hep  bir "iyi ki..." 

***

Şimdi dönüp baktığımda, ertelemedik, idealleştirmedik, mükemmeli arayış değildi bizimkisi ki zaten ne ekonomik olarak ne de bilgi olarak o noktada değildik. Denemek istedik, sınırlarımızı, kısıtlarımızı, yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı görmek istedik. Geriye sayıma başladığımız bu günlerde, emeklilik için kurduğumuz hayaller bambaşka bir noktada. Maviş tabi ki yol arkadaşımız ama artık, sınırlarımızı biliyoruz, yolda olmanın hazzını ve bize sunduklarını da!

Bir arkadaşım her yola çıktığında "hazırım, bana hazırladığın sürprizlere hazırım, senden dileğim, iyiye, hayra, gelişimime ve yoluma katkı koysunlar" de demişti. Diliyorum ve artık biliyorum ki, "yol insanı insana çıkarır"

İnstagramda;

#y2ymaviş ile binlerce kilometre yol yaptık, sayısız manzaraya uyandık. 25ten fazla ülke gördük, sayısız şehir ve kasabadan geçtik.

*

Hayatımıza girdiğinden beri bize öyle iyi geldi ki... Dostlar edindik. Güldük, eğlendik, öğrendik, dinlendik.

*

Yapar mıyız ki diye çıktığımız yolda, yapabildiğimizi ve elbet yapamadığımızı gördük. Mesela, kurbağa sesleri ile bir geceyi sabaha bağlamak epeyce zorken, manzaraya kanıp kurbağaları unutmak kolay.

yazmıştım. 

"Issız bir yerde korkarım ben"den, "ıssız bir yer bulsak keşke"ye varan yolculuğumuzda kurbağalar önemli bir detaydır bize hayatı anlatan. 

Demem o ki, hayali ertelemek size bir şey katmaz, kaçırma olasılığını yükseltmek dışında, ama denemek, bir yerinden başlamak çok yol almanıza sebep olur. Belki yolun başında anlarsınız o sizin gerçeğiniz olamayacak kadar sizden ötededir, belki daha ilk başta anlarsınız, aslında nereye baksanız oradadır. 

Bir yazı okumuştum, bazıları başarının hayalini kurar, diğerleri erken kalkıp o başarı için çaba harcar minvalinde bir şeydi. 

Hayal kurmak güzeldir, hayalin yoluna revan olmak daha güzel. 














26 Şubat 2024

Mutluluk ve Mevsimi Geldi Susadım Aşka



Akşam üzeri

"Gidelim bence, sen hazırlanabilir misin?
"Arabayı kaçta alacaksın ki?"
"En geç 7"
"Süper"

Eve gidip hızlıca mutfağa giriyorum. Kereviz zeytinyağlı olacak, elbette mandalina, portakal ve limon sosunda ağır ağır, içine çeke pişecek ki, parmakları koruma altına alman gereksin.  Brokoli haşlanacak sarımsaklı bol limonlu bir sosla tadın arşa çıkması diye bir şey var ve bence, rakı ile muazzam bir uyum bu. Karabuğday için otlar yıkanıp, kısırımsı yapılacak, neden çünkü sağlıklı beslenmek de önemli. Şöyle dinlendirilmiş, olgunlaştırılmış, yağı yerinde bir Ezine de ekleyelim ki, göz yaşına eşlikçi olsun. Sabah için  kahvaltılıklar, şarap yanı peynirleri, meyve, çerez... Son kontrol noktasında rakı, şarap, ne olur olmaz viski, bi kaç bira, güneş yakarsa diye... Gerisi zaten mavişte. Bence hazırız! 

Gün batıyor, gizli noktamıza 20.20 gibi varıyoruz. İlk gece rakı için sofra kuruluyor. Isıtıcıya bir kaç odun ve hazırız. Serin bir göl esintisi, durgun sularda uykuya çekilmiş kuşlar ve bulutu efkarlı gökyüzü... Fonda en sevdiğimiz TSM şarkıları... 


Sabah iki alev topuna açıyoruz gözleri... Açı desen yattığın yerden gördüğün. Gün şahane doğuyor. 



Tuvalet manzaramız paha biçilemez, siz onu bir de gün batımında görün. Burası Uluabat Göl'ünde yer alan Eskikaraağaç Köyü... Namı diğer Leylek Köyü... 

Cumartesi

Sabah günün ilk ışıkları ile rotayı Karacabey Boğaz'a çeviriyoruz... 

Köprü üstü geçişte kısa bir mola, sana sunulan hayatı içine çekme ve şükretme.
Çünkü mutluluk tam da bu!
Yolda olma, yolun farkına varma... 









Ihlamur ormanını, Longoz ormanlarını, boğazı ve asfalt yolu geride bırakıyoruz.  Satıhlı toprak yoldan ve sahil boyunca ilerliyoruz. Açıklarda batan yük gemisi ile ilgili arama kurtarma çalışmaları tüm yoğunluğu ile devam ediyor. Kurtarma ekipleri, jandarma ve bazı gönüllü aş evleri bölgede. 




Dereyi de geçiyoruz geçmesine ama yol ileride çökmüş ve epey derin bir çamur var... Arazi aracı gerek. Vazgeçiyoruz. Az geride gördüğümüz, bir yanı uçurum olan noktaya varıyoruz Kahvaltı için hazırlıkları yaparken, helikopter ve bot sesleri yükseliyor, hemen önümüzde dalgıç ve kurbağa adamlar hararetli bir çalışma yapıyor. Uzaktan ne olduğunu anlayamıyoruz. Bir süre sonra sahilde kıyı tarama yapılacağını öğreniyoruz. Çok nadir araba geçiyor, zaten 5 araç geçtiyse gün boyu 4'ü AFAD ya da JAK. Sessiz ve ıssız bu noktada gece konaklayacağız. 


Gün batımına biraz daha hakim bir noktaya taşıyoruz evimizi... #yolda2yolcu olmak ve evinin sırtında olması bazı lüksleri de beraberinde getirmiyor değil. Bu akşamın eşlikçisi şarap... Bu saatlerde bizi yormayan ama damağımızı şenlendiren soğutulmuş Blush tercihimiz oluyor. Biraz peynir, soslu bir makarna, pek ala! Fonda jazz... Marmara adası karşımızda, sohbet öyle güzel ki! Kaç ada gördükten başlayıp, bir sonraki rota planına uzanan, gidilmiş ama akılda kalmış rotalardan, daha uzak diyarlara hayallere kadar koyulaştıkça derinleşen, derinleştikçe güzelleşen bu sohbete doymak mümkün değil. 





Gece 23:00... Uyumak için tüm hazırlıkları yapıyoruz, dişleri fırçalamak için kapıyı açarken fark ediyorum ki, çakallar gelmiş yanımıza, uğulduyorlar, dış ışığı açmamla birlikte kaçıyorlar, öyle derin bir sessizlik hakim ki... "Ay dolunay, sessiz gecede" diye mırıldanıyorum. Ay ışında deliksiz bir uyku uyuyoruz. 

Pazar Sabahı

Sabah 7 gibi uyanıyoruz, bizim tarafta günün aydınlanmaya niyeti olmayınca biz de güne doğru yürüyoruz. Sabahın bu şafak vakti hallerini seviyorum. 
Renklerin oyununu, doğanın seslerini, insanın iç huzurunu... Seviyorum. 







Erkenciyiz.  Yola çıkmaya,  vakti ile eve gitmeye niyetliyiz. Belki dönüşte sahilde bir kaç bira-fıstık keyfi yaparız diyoruz. Yola çıkıyoruz. 

Sahil tatsız, gri bir gökyüzü ve 15 derece olmasına rağmen titreten bir esinti... Bira dediğin güneşte , sıcak tenine işlerken, soğuk soğuk içilmeli, anlayacağınız bizim için keyif işi.

Vazgeçiyoruz. 

Yol kendi sürprizini hazırlar nasılsa..

Bayramdere'yi geçerken sağdan ayrılan  yol üzerinde bir tabela bizi cezbediyor. Yarış Köyü iç yolu üzerindeki gölete gitmeye niyetleniyoruz. Yol tabi ki bozuk ve dik ve çamur ve baharın gelişine erken uyanan çuha çiçekleri, sarı çiğdemler ve mor yıldız çiçekleri ile bezenmiş... Orman yolu tüm ıslaklığı ile bize kucak açıyor ve nihayet gölete vardığımızda güneş bize yapacağını yapıyor. Gönlümüz resmen çalınıyor. Bile isteye teslim oluyoruz. Hızlı bir menü çalışması, soğuk biralar ve güneş... 

İçimiz ısınıyor... Gün dediğin böyle biter... 
Güneş dağın arkasında yavaş yavaş batıyor. 
İşte şimdi tam da vakti geldi dönmenin...
Her şey vaktini bekliyor, senin niyetin de önemli elbet ama 
akışına bırakabilirsen, 
vakti gelince, 
olması gereken, 
olması gerektiği gibi oluyor. 











***


Mutluluk...
Gün batımında şarap içmek, gün doğumuna doğru birlikte yürümektir.
Mutluluk...
 Heyecanla yolda olmak, şarkılar eşliğinde yolculuk yapmaktır.
Mutluluk...
Değerini bilmektir yaşamanın!
ve teşekkür etmek!


***